Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

RÖPORTAJ – Dünden bugüne Türk sineması

Sinema üzerine 100’ün üzerinde kitap yazan sinema eleştirmeni ve sinema tarihi yazarı Burçak Evren: “Sinema bu topraklarda, bu coğrafyada yok olmuyor. Aksine dijital platformlara kaymasına, ‘arthouse’ filmleri hakim olmasına rağmen sinema bir yaşam biçimimiz bizim. Yazlık sinemalardan gelen bu tür, bizim hala belki de tek eğlence olanağımız” “Bağımsız sinemacılar, bizim öykülerimizle hem Amerikan sinemasıyla baş ettiler hem de Berlin, Venedik ve Cannes gibi büyük festivallerde ödülleri kazanmaya

Sinema üzerine 100'ün üzerinde


BARIŞKAN ÜNAL – Sinema üzerine 100’ün üzerinde kitap yazan sinema eleştirmeni ve sinema tarihi yazarı Burçak Evren, “Sinema bu topraklarda, bu coğrafyada yok olmuyor. Aksine dijital platformlara kaymasına, ‘arthouse’ filmleri hakim olmasına rağmen sinema bir yaşam biçimimiz bizim. Yazlık sinemalardan gelen bu tür, bizim hala belki de tek eğlence olanağımız.” dedi.

Burçak Evren aslında arkeoloji okudu ama henüz üniversitedeyken gazeteciliğe merak saldı.

Sayfa sekreterliğinden sanat direktörlüğüne, yazı işleri müdürlüğünden yayın koordinatörlüğüne gazetecilik mesleğinin mutfağında yer aldı. Ancak gazetecilikte de haber takip ederken gönlünü sinemaya kaptırdı.

Önce sinema eleştirmenliği, ardından sinema tarihi yazarlığına başladı. Meydan Larousse, Oxford, Türkiye ve İstanbul ansiklopedileri başta olmak üzere 30’a yakın ansiklopedinin sinema ve sanat maddelerini kaleme aldı. Yönetmenler ve oyuncuların portrelerini, Türk sinemasının dönemlerini yazdı.

Burçak Evren, dinmeyen enerjisi, güçlü arşivi ve yılmaz sinema tarihi çalışmalarıyla ve Türk sinema tarihinde önemli izler bırakan, 100’ün üzerinde sinema kitabıyla Türk sinema tarihinin hafızalarından biri…

Evren, AAtölye ve AA Akademi Sinema Eğitimleri kapsamında, Sinema Atölyesi serisinin “Türk Sinemasının Doğuşu” temasıyla düzenlenen etkinliğinde Türk sinema tarihine dair soruları yanıtladı. ​​​​​​​

– “(Ayastefanos Rus Abidesi’nin yıkılışı filmi) Bu topraklarda çekilen ilk Türk filmi”

Barışkan Ünal: Türk sineması tam olarak ne zaman doğdu, gerçekten 14 Kasım 1914 mü, yoksa daha öncesi mi çünkü bu konuda bazı tartışmalar da yapıldı?

Burçak Evren: Türk sinemasının doğumunun 14 Kasım 1914’te Fuat Uzkınay tarafından İstanbul’daki Ayastefanos, yani bugünkü Yeşilköy’deki anıtının yıkılmasıyla başladığı söylenebilir. Bütün tarihlerde böyle yazar. Fakat tarihçiler böyle yazılmasıyla değil, belgelerle konuşmak zorundadır çünkü belge ne diyorsa doğrusu odur. Benim bir huyum da resmi tarihe biraz çelme takmak, yani onu irdelemek çünkü tarihçi biraz kuşkulu olmalı. Bu konuda benim çıkardığım bir sinema girişim dergisinde iki makale yazdım ben: “Eğer biz bunu doğum günü kabul ediyorsak Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin yıkılışı filmi nerede? Kim çekti? Bu filmi gören var mı, yok mu?” şeklinde. O dönemde bütün herkesle konuşmalar yaptım, hatta bu filmi çektiğini iddia eden Fuat Uzkınay’ın ailesiyle de görüştüm. Evet, çekildiğini söylüyorlardı ama film ortada yoktu. Filmi Merkez Ordu Sinema Dairesi çekmişti. Oraya gittiğimizde de kutunun içi boş çıktı. Dolayısıyla ilk doğum gününü kutladığımız film ortada yoktu.

Barışkan Ünal: Peki, Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin kayıtlarında var mı film? Arşivde bir kayıt, bir belge?

Burçak Evren: Kutunun üzerinde “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin yıkılışı” diye bir kayıt var ama içinde film yok. O zaman ben iki makale yazdım. Makalelerden birisi, “Bu film ya çekilmedi ya yandı ya çalındı” şeklinde. Başka ihtimal yok. Ve bu makale üzerine yazılanlar benim boyumdan daha büyük oldu. Kitaplar çıktı, büyük bir olay oldu. Çoğu kişi beni suçladı, çoğu kişi de bu filmle ilgili inkara kalktığımı ve doğum günü ile oynadığımı söylüyorlardı. Oysa ki tarihçilikte belge yoksa tarih olmaz. Çünkü belgelerle konuşmak lazım.

Barışkan Ünal: Bazı fotoğraflar var abide ile ilgili. Fotoğraf olarak var ama film kaydı olarak yok değil mi?

Burçak Evren: Fotoğraf olarak var. O fotoğrafların çoğunluğunu da ben buldum. “Ben” demek bana biraz sevimsiz geliyor ama zorunlu olarak “ben” diye biraz kullanacağım. Ayastefanos abidesine dair bilinen fotoğraflar, o dönemin fotoğrafçılarından Abdullah Biraderler, Febus, Ali Enis tarafından çekilmiş fotoğraflardır. Çekilen ilk Türk filminin değil. Bu abideyle ilgili fotoğraflar vardır ama aynı anıtın filme çekilmesine ilişkin fotoğraflar yoktur. Bu anıtın hareketli çekilmiş görüntüleri yoktur ya da günümüze dek gelmemiştir. Fotoğraflarla filmin çekimini karıştırmamak gerekir. Çünkü anıtın yıkılması aylarca sürmüştür. Peki bu anıt nedir? Bu anıt, halk arasında 93 Harbi denilen, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında Ruslar, Osmanlı topraklarında en son geldikleri nokta olan bugünkü Yeşilköy’de kendi zaferlerini kutlamak için bir anıt dikmek istiyorlar. Rusların artık İstanbul’a girmesi an meselesi, hatta top sesleri İstanbul’dan duyuluyor. Tabii ki araya Batılı ülkeler girince Ruslar duruyor ve Ayastefanos Antlaşması yapılıyor. Bu antlaşma gereğince de Ruslar diyor ki, “Biz burada duracağız ama anıtı burada yapacağız.” Bu anıt, yarı hayır kurumu amacıyla yapılmış Slav mimarisindeki bir anıt.

Peki 1887’de yapılan anıt, 1914’te neden yıkılıyor? 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri var, o zaman üç paşa; Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa; harbi popüler hale getirmek için milli duyguları biraz okşamak istiyorlar.

Barışkan Ünal: Sinema da aslında en güzel yollardan biri, o dönem propaganda yapmak için.

Burçak Evren: Tabii, o sırada halk galeyana geliyor, diyorlar ki “Ruslar bunu dikmiş, bu anıt hala Türk topraklarında duruyor, bunu yıkalım, kötü bir anısı var.” Fakat anıt o kadar sağlam ki bir türlü yıkılamıyor. Dinamitlerle yakılamıyor, hatta Hamidiye Kruvazörü gelip denizden atış yapıyor, yine yıkılamıyor. Ama tam yıkılması sürerken yine milli duygular kabarıyor, diyorlar ki “Bu anıt yıkılacak ama bunu tarihe mal etmeliyiz, nasıl yapalım, sinema yeni icat, filmi çekerek yapalım.” Peki filmi kime çektireceksin? O dönemde Türkiye’de sinemayı bilen bir tek Sigmund Weinberg var, bir Polonya Yahudisi. Onun dışında bilen yok. Araştırıyorlar, ondan sinemayı öğrenmiş olan ve İstanbul Sultanisi’nde memur olarak çalışan Fuat Uzkınay’ı buluyorlar. Fuat Uzkınay da tesadüfen o zaman yedek subaylık yapıyor. Hemen onu apar topar çağırıyorlar.

Onu çağırmadan önce de bir Alman firmasıyla anlaşıyorlar. Fakat milli duygular orada da araya giriyor. Bunu mutlaka “gavur değil, kefere değil, Müslüman bir Türk çekmeli” deniliyor. Fuat Uzkınay da anıtın başında yıkım sırasında, Almanlardan öğrendiği bilgiyle anıtın çekilmesini 300 metrelik bir filmle yapıyor. Bu, Türk sinema tarihine bu topraklarda çekilen ilk Türk filmi olarak geçiyor.

Barışkan Ünal: Yani hem Anadolu coğrafyasında çekilmesi hem Müslüman-Türk tarafından çekilmesi ve milli duygularımızı sembolize etmesi açısından Türk sinemasının doğum günü olmuş oluyor.

Burçak Evren: Tabii ki. 14 Kasım 1914 Türk sinemasının doğum günü. Fakat, benim kuşkulu yazılarım, makalelerim bu filmi yıllar sonra bir daha gündeme getirdi. Peki bu film nerede, seyreden var mı? Bu yok, filmle ilgili hiçbir belge ve bilgi de elimizde yok.

Barışkan Ünal: Peki filmin kaydının olması yeterli değil mi, çekildiğine dair bir arşiv kaydının bulunması, çünkü çok eski filmlere ulaşmak bazen mümkün olmuyor?

Burçak Evren: Tarih söylentilere pek icabet etmiyor, mutlaka elimizde belge olması lazım. Daha sonra bu filmin çekilmediğini ben iddia etmeme rağmen filmin çekildiğine ilişkin belgeleri de yine ben buldum. Kendi kendimi yalanladım. Mesela Gafuri Akçakın diye Merkez Ordu Sinema Dairesinde çalışan bir memur, bu filmi gördüğünü not almış. Yine küçük bir gazete ilanında da filmle ilgili bir ilan var. O zaman ben “Çekildi, ya bozuk çekildi kutuya konmadı veya çekildikten sonra çalındı.” dedim.

-“(Manaki kardeşlerin filmi) O dönemde Berlin, Cannes festivali olsaydı, bu film hangi ülke adına katılmak zorundaydı?”

Burçak Evren: Ama daha başka bir şey de yaptım. Madem 1914’te bu film ilk film sayılıyor, o zaman ondan sonraya değil de ondan evvele gitmeye başladım. O vakit de, tarihi biraz eşelediğiniz vakit, hala yerin altında bir şeylerin yaşadıklarını, kımıldadığını, var oldukların veya “biz de varız” dediklerini işitir gibi oluyorsunuz.

Barışkan Ünal: Manaki kardeşler mi?

Burçak Evren: Evet, 1914’ten geriye gittim, orada Balkanlı ilk sinemacılar Milton ve Yanaki adındaki Manaki kardeşlere rastladım. Manaki kardeşlere bütün Balkan sinemacıları sahip çıkıyor. Yunanlar sinema tarihini Manaki kardeşlerle başlatıyorlar. Rumenler aynı şekilde. Eski Yugoslavya dediğimiz bugünkü Sırbistan ve Bosna Hersek, onlar da aynı şekilde başlatıyor. Yani Balkanların ilk sinemacıları bunlar. Hatta yönetmen Theo Angelopoulos’un çektiği “Ulis’in Bakışı” filminde, bir Amerikalı bir araştırmacı Manaki kardeşlerin filmlerinin peşinde.

Fakat düşünüyoruz: Manaki kardeşlerin filmi Türkiye’de iki kez oynatıldı. Filmin baş aktörü de Sultan Reşat, yani Beşinci Mehmet. Çünkü Manaki kardeşler Sultan Reşat’ın 1911’deki Selanik-Manastır ziyaretini de filme alıyorlar. Hatta Selanik’teki çekimde, padişah trenden inerken bir ihtarda bulunuyorlar: “Padişahım biraz yavaş hareket eder misiniz?” diye. O zaman padişahlara böyle bir ihtarda bulunmak herhalde ölümlerden ölüm beğenmek anlamına geliyor. Tabii ki Padişah’ın yanında kişiler Manakilerin üzerine yürüyünce Sultan Reşat tarihe geçen sözünü söylüyor: “Bırakın çocuklar oynasın.” Çünkü şehzadeliği zamanında, sarayda kameranın ne olduğunu biliyor. Manaki kardeşlerin elinde de kamera olduğunu görerek, ‘bırakın Manaki kardeşler filmimi çeksin’ diyerek tarihe geçiyor. Bu film Türkiye’de 1-2 kez gösterildi, sonra ben merak edip bunun tarihe baktım: Sultan Reşat’ın Rumeli seyahati 1911’de çekilmiş. Ancak Manaki kardeşler ilk filmleri olan yün ören babaannelerini 1906’da çekmişler. 1914’ten önce de çektikleri birçok film var. Ancak en uzun filmleri 1911’de çektikleri Sultan Reşat’ın Rumeli seyahati. Manaki kardeşler tüm filmlerini tek bir filmde toplamışlar. Bu filmler 1906’da başlıyor, Sultan Reşat’ın 1911’de çekilen filmi de bunların içinde yer alıyor. O dönem Kuzey Makedonya Osmanlı’nın bir eyaleti. Filmde oynayan Sultan Reşat ise, bunu çeken Balkanlar, Kuzey Makedonya Türkiye’ye, Osmanlı’ya bağlıysa, Makedonyalı kardeşler de mutlaka Osmanlı’dır. Tabii ki bu film bir Türk.

Bu durum tabii ki Türkiye’deki değil, Romanya ve Yunanistan’daki tarihçileri de tahrik etmeye başladı. Bir kavga başladı. Bugün filmin bulunduğu Kuzey Makedonya’daki film arşivi (Kinoteka) müdürü Igor Stardelov’un da olduğu bir açık oturumda şu soruyu sordum: “Eğer o dönemde Berlin veya Cannes Film Festivali olsaydı, bu film hangi ülke adına katılmak zorundaydı?” Hepsi hiç kuşku yok ki “Türkiye” dediler. Zaten Kuzey Makedonya film arşivindeki filmin üzerindeki kutunun üzerinde Manaki kardeşlerin adı ve koskocaman da “Türkiye” yazıyor. Fakat Makedonlar “O zaman Makedonya işgal altındaydı.” dediler, ben de bir işgalin 500 yıl süremeyeceğini söyledim, daha fazla Türklerin egemenliği altında ve Türk olduğunu söyledim. Böylece bu film çıktı.

Yani ilk Türk filmi çekilmesi için 1914 veya Manaki kardeşleri beklemek gerekiyor. O nedenle Türk sinemasının doğum günü biraz kuşkulu. Hani bazı kişilere sorarlar, “Doğum günümü bilmiyorum, annem kiraz çiçek açtığı zaman doğmuşum dedi.” derler. Bizimki de biraz Anadolu işi, biraz buna benziyor ama genç tarihçiler bizim bıraktığımız yerden daha geriye giderek ilk filmi bulacaklar. Ama biz sembolik olarak yine Fuat Uzkınay’ı ilk Türk sinemacısı ve Ayastefanos’u da ilk Türk filmi olarak kabul ediyoruz.

– “1909’da Weinberg’in çektiği bazı görüntüler var”

Burçak Evren: Ama tabii ki bir kere kuşkulandınız mı kuşkunuzu daha derinlere götürmek istiyorsunuz. Biraz daha derinlere gittiğiniz zaman, bu kez başka yönetmenlerin çektiği, mesela 1909’da Sigmund Weinberg’in çektiği, ilk meclisin açılışı ve seçimler ile Sultan Abdülhamit ile ilgili bazı görüntüler var. Yani tarih araştırdıkça değişiyor. Hatta yine kuşkulandığım ama belgesini bulamadığım şeyler var, Türk sinemasını daha da erken tarihlere çekmek mümkün. Onun için belge ne diyorsa tarih odur, belge yoksa tarih de olmaz.

Doğum günüyle oynamak istemiyorum. Ama dedik ki madem 14 Kasım 1914’ü sembolik olarak kabul edebiliyoruz, o zaman biz bunu ilk Türk filmi sayalım ama hiçbir zaman da bilimsel araştırmalara gem vurmayıp biraz daha altlara inerek yenilerini bulalım.

– Lumiere kardeşlere ilk gösterimden üç ay sonra İstanbul’dan mektup

Burçak Evren: İlk sinema gösterimi 1895’te Paris’te yapılıyor ama hemen üç ay sonra Sirkeci’de fotoğrafçılık yapan yaşlı Theodore Vafiadis Efendi nereden öğreniyor, hemen sinemayı ilk icat eden Lumiere kardeşlere mektup yazarak, “Bana bir alıcı gönderin, ben de bunu göstermek istiyorum.” diyor. Eğer bu istediği gerçekleşmiş olsaydı ve makine gönderilmiş olsaydı belki de dünyada ikinci film gösterisi Türkiye’de olacaktı. Lumiere kardeşler daha makinenin imalatına başlamadıklarını belirtiyorlar ama görüntü yönetmenlerini gönderiyorlar. Ancak Padişah karada çekime izin vermediğinden denizden çekim yapıyorlar. Büyük bir kayığın üzerine kamerayı koyup ilk defa Türkiye topraklarında 1896’nın başlarında ilk görüntüler çekiliyor, bu görüntüler elimizde. Galata Köprüsü ve altındaki deniz hamamlarını gösteren bir görüntü.

Buradaki çekimin bir özelliği sinemada kaydırma, (dünyada) ikinci olarak burada yapılıyor. Çünkü gemi hareket ederek kaydırma yapıyor. İlki Venedik’te yapılıyor. Böylece sinemadan Türk toplumu da haberdar oluyor. Daha sonra D. Henri (Henri Delavallee) ilk halka açık gösteriyi yapıyor ve sinema yerleşiyor.

– İlk konulu filmler 1917’de

Barışkan Ünal: O zaman şöyle özetleyebilir miyiz? Aslında sinema 1895’te Lumiere kardeşlerle başlarken Türk sinemasının da doğuşu sinemanın geneline göre çok geç kalmadı ve Türkiye’de ilk film gösterimleri de dünya geneliyle benzer süreçlerde başladı. Buradan ileriye doğru geçersek, peki sinemamız ne zaman anlatı sinemasına dönüşmeye başladı?

Burçak Evren: Sinemamızdaki ilk filmleri yapanlar yarı askeri kuruluşlardır, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti veya Malul Gaziler Cemiyeti. Bunlar Balkan Savaşı sonrasında kurulan, çoğunlukla savaşta gazilere yardım etmek veya düşkün insanlara yardım etmek için kurulan kuruluşlar. Fakat yeni icat sinemadan da yararlanmak istiyorlar. Neden? Sinemanın getirisi fazla. Ancak film yapacaklar ama kimle yapacaklar bilen yok. O sırada tiyatronun duayenlerinden Ahmet Fehim Efendi 65 yaşında, “Ben çekerim” diyor. Ondan evvel gazeteci Sedat Simavi de çekebileceğini söylüyor. Önce Sedat Simavi müracaat ediyor ve “Casus” (1917) adlı filmi çekiyor, ardından bir film daha yapabiliyor. İlk konulu filmler dediğimiz filmler bunlar.

Ancak bunlardan önce Sigmund Weingerd de Leh Yahudisi, Türkiye’ye geliyor, ilk gramofonu, ilk üstü açık arabayı Türkiye’ye getiriyor. Sinemayı görünce sinemaya merak sarıyor ve ilk sinema işletmeciliğine başlıyor ve hatta film çekmek istiyor. Birinci filmi çekerken, oyunculardan biri ölünce film yarım kalıyor. Yılmıyor, başka bir film çekmek istiyor: Leblebici Horhor Ağa’yı, bu sefer de savaş çıkınca çekemiyor.

Yani hep böyle teşebbüsler ve haşır neşirler oluyor ama ilk uzun metrajlı konulu film, daha sonra Hürriyet gazetesinin kurucusu olan Sedat Simavi’nin çektiği “Pençe” ve “Casus”. “Pençe”, 1917’de çekilen bir film. Konusu çok ilginç, evliliğin insanlar üzerinde pençe olduğunu ama birlikte serbest yaşamanın daha normal olduğunu anlatıyor. Ne tuhaftır ki 1917’de bu film çok tutuluyor.

– İlk sansür “işgale isyan eden, metaforik başkaldıran” Mürebbiye’ye

Burçak Evren: Bu filmden sonra tiyatronun duayeni, Molyer’i Türkiye’ye tanıtan Ahmet Fehim Efendi sinemaya merak sarıyor ve iki film çekiyor: “Mürebbiye” ve “Binnaz”. “Binnaz” Lale Devri’nde geçen üçlü bir aşk hikayesi. Ancak “Mürebbiye” çok önemli. Film Fransa’da yaşayan hafif meşrep bir kadının, çeşitli suçlar işleyip Türkiye’ye kaçıp, bir Osmanlı köşküne mürebbiye olarak girmesi ve cinsi cazibesiyle köşktekileri baştan çıkarmasını anlatan bir film. Bu filmin tarihi 1918-1919; işgal yılları İstanbul’un. İşgal kuvvetleri tarafından yasaklanıyor çünkü Fransız kadının bu şekilde gösterilmesi hoş değil diyorlar.

Barışkan Ünal: Yani sinema daha ilk yıllarında sansürle karşılaşıyor.

Burçak Evren: Evet, ama bundan yıllar sonra, 1946’da Fransa’da Jean Cocteau “Güzel ve Çirkin” adlı film yapıyor. Burada güzel kız Paris, kıza aşık olan canavar ise Paris’i işgal eden Almanlar. Ahmet Fehim Efendi bu filmden yıllar önce bir Fransız kadının rencide edilmesini bilerek yapıyor, yani İstanbul’un işgaline karşı, Jean Cocteau’nın yıllar sonra yaptığını yaparak, bu işgale isyan eden, metaforik başkaldıran bir yapıt ortaya koyuyor ve Türk sinemasının ilk yasaklanan filmi de bu oluyor.

Burada hakkını verelim: Osmanlı, fotoğrafın icadına çok karşı çıkıyor fakat Abdülhamit sinemaya karşı çıkmıyor, hiçbir yasaklanması olmuyor. Bir tane hariç, o da yanar filmlerin köşk ve ahşap mimaride gösterilmemesi çünkü yangın çıkabilir. Aksine sinemayı destekliyor, halka tanıtılmasında büyük katkıları oluyor. Sinemayı engellediğine karşı hiçbir belge yok.

Barışkan Ünal: Hatta sinema gösterimlerinin ilk sarayda gösterildiğine dair bilgiler var.

Burçak Evren: Evet, sarayda film gösterimleri devamlı oluyor.

– “(Bican Efendi filmi) dizi filmlerin ve bugünkü dizilerin belki de prototipi”

Burçak Evren: O dönem Şadi Fikret Karagözoğlu da “Bican Efendi” diye, yarı Şarlo yarı Kemal Sunal tarzı bir tip yaratıyor, bu çok tutuyor ve birdenbire “Bican Efendi Mektepte”, “Bican Efendi’nin Rüyası” diye bugünkü dizilerin anası olan 7 tane seri film çekiliyor. Bu da dizi filmlerin ve bugünkü dizilerin belki de prototipi sayılabilir.

Ancak esas sinema 1922-1938 arasında Tiyatrocular Dönemi dediğimiz Muhsin Ertuğrul döneminde başlıyor. Muhsin Ertuğrul, Türkiye’den önce yurt dışında film çekiyor. Örneğin Almanya’da “Kara Lale Bayramı”, “Samson, Kendi Kendinin Katili” gibi filmler çekiyor. 1925’te sinemanın atası sayılan Sergey Ayzenştayn’ın olduğu yerde, Rusya’da “Spartaküs”, “Tamilla” ve çekilip çekilmediği bilinmeyen bir de “Beş Dakika” filmi var. Türkiye’ye geldikten sonra da film çekmek istiyor. Film çekecek ama bir şey daha lazım: O filmi finanse edecek yapımcı yok. Seden kardeşleri kandırarak Kemal Film’in (1922) kurulmasını sağlıyor.

Barışkan Ünal: Yani sinemanın endüstrileşmesindeki ilk adımları 1920’lerde.

Burçak Evren: Sinemada yapımcı olmadan, parayı bulan ve veren kişi olmadan film çekemezsiniz. Kemal Film de fedakarlık yaparak kendi çapında küçük stüdyolar kuruyor. Muhsin Ertuğrul’dan da film çekecek konu bulmasını istiyor. Muhsin Ertuğrul’un imdadına o zaman sesiz sakin, yaprak yere düşse ses getiren, İstanbul için o zamanlar için büyük bir olay olan bir haber yetişiyor: Şişli güzeli Mediha Hanım’ın metresi tarafından öldürülmesi. Gazetecilerde bu olay oluyor. Sinemada güncel olaylar her zaman rağbet görür, ticari kaynaktır. “İstanbul’da Bir Facia-i Aşk” filmini çekiyor ve bir koyup on alıyorlar. Seden kardeşler çok memnun kalınca Muhsin Ertuğrul’dan devam etmesini istiyorlar. Ertuğrul ikinci filmini çekiyor.

Sinemada üç konu çok iş yapar: Güncel olaylar, din ve milli duygular. Ertuğrul, din konusuna yönelip, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Akşam gazetesinde yayımlanan “Nur Baba”yı çekmek istiyor. Bir Bektaşi şeyhinin din kisvesi altında zengin güzel kadınları istismar etmesini anlatan bir film ama çekerken Bektaşiler kızıp, stüdyoyu basıp, makineleri kırıp filmin yarım kalmasına neden oluyorlar. Daha sonra Ertuğrul, çok sonraları bunu “Boğaziçi Esrarı” adıyla çekiyor ama aslında birinci filmden kazandığı paralar, ikinci filmde yok oluyor. Kemal Film, üçüncü film ile Muhsin Ertuğrul’a “ya tamam ya devam” diyecek. Ya Türk sineması bir on yıl daha gecikecek veyahut da devam edecek. Muhsin Ertuğrul düşünüyor, yıl 1922-1923’ler, yani İstiklal Savaşı’nın külleri daha sönmemiş, dumanları tüterken kurnaz davranıp o dönemlerin onbaşısı olarak bilinen Halide Edip Adıvar’ın “Ateşten Gömlek” filmini çekiyor.

– İlk Müslüman Türk kadın oyuncular sahnede

Burçak Evren: Muhsin Ertuğrul bir şey daha yapıyor. “Pençe”, “Casus”, “Binnaz”, “Mürebbiye” gibi o güne kadar oynayan bütün kadın oyuncular ya ekalliyetten, yani Rum, Ermeni, Musevi vatandaşlarımızdan ya levantenlerden, yani Avrupa’dan gelip de İstanbul’u mekan tutmuş kişilerden veya yabancılardan oluşuyordu. O dönem Müslüman Türk kadınının sahneye çıkması kesinlikle yasak. Biliyorsunuz Afife Jale denemek istiyor, kadının hayatı daha sonra bir akıl hastanesinde son buluyor. Ama Muhsin Ertuğrul diyor ki, “Madem milli duyguları, bizim Kurtuluş Savaşı’nı anlatacak, şehitlerimizle ilgili kutsal bir film yapacağız, o zaman ben bunları ne ekalliyete ne beyaz Ruslara ne levantenlere oynatırım, mutlaka Müslüman Türk kadını burada rol alması gerekli”.

İyi ama onu nereden bulacaksın? Gazeteye ilan veriyor, sadece iki kişi müracaat ediyor. Birisi daha sonra tiyatronun duayenlerinden olacak Bedia Muvahhit, diğeri yine tiyatrocu ve daha sonra Ertuğrul’un eşi olacak Nehire Nehir. Böylece ilk Müslüman Türk kadınının rol aldığı film 1923’te “Ateşten Gömlek” oluyor. Dahası bu sırada bir Amerikalı gazeteci “haremde yaşayan tutsak kadını kurtarmak” için Türkiye’ye gelmek istiyor. Oysa ki tarih 1923. Onun haremde aradığı, Türk kadını ya hak ettiği Türk tiyatrosu sahnesinde ya da Muhsin Ertuğrul’un filminde perdededir.

Böylelikle sinema da endüstriyel bir hal alıp kitleye hitap etmeye başlıyor. Ama sinemamızda 1922-1938 arasında Ertuğrul tek yönetmen. Sadece onun kendi kadrosunda olan Nazım Hikmet Ran (“Bursa Senfonisi”, “İstanbul Senfonisi” ve “Güneşe Doğru” filmleri) ve Ferdi Tayfur film çekiyor. Ferdi Tayfur aynı zamanda ilk dublaj sanatçısı.

– “Belki ilkel, çok zor olanaklar içinde ama en azından bizi anlatan, içten filmler yaptılar”

Burçak Evren: Muhsin Ertuğrul’un sinemadaki yeri çok tartışmalı oluyor. Bir kısım sinema tarihçileri sinemayı tiyatronun etkisi haline getirdiğini, esas işinin tiyatro olduğunu, kışın tiyatro yapıp yazın da tiyatrocular boş kaldığı için onlarla film yapıp tiyatro etkilerini sinemaya getirdiğini, böylelikle sinemanın çağdaş veya dil olarak gelişmesinde engelleyici bir unsur olduğunu söylüyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü ustasız ustaydı. Sadece ilk Müslüman-Türk kadınını oynatması değil, ilk türler, ilk sesli ve ilk renkli filmi çekti. Tiyatronun yanında sinemaya da el attı. Zor günlerde Rusya’da, Almanya’da film çeken biri. O dönemi incelemeden karar vermek, onlara eleştiriler getirmek de doğru değil. Bunlar Türk sinemasını gerçekten belki ilkel, belki çok zor olanaklar içinde, insan faktöründen yoksun ama en azından bizden olan, bizi anlatan, içten filmler yaptılar. Onun için Türk sinemasında sac ayakları varsa destekler, kolonlar varsa Weinberg’i, Fuat Uzkınay’ı Muhsin Ertuğrul’u, Ahmet Fehim Efendi’yi göstermek, vefa borcu olarak altını çizmek gerekiyor.

– “Bu ülkenin sinemasına kim hizmet ediyorsa hangi ırktan, dinden olursa olsun şükranla anmak gerekli”

Barışkan Ünal: Tam da bu konuyu soracaktım. Muhsin Ertuğrul’un sinemayı tekeline aldığı yönünde tartışmalar yapılıyor. Sizin belirttiğiniz gibi tiyatro ağırlıklı çalıştığı şeklinde de ama yine sizin belirttiğiniz gibi dönemin koşulları var bir de. Yani yetişen insan faktörü var, endüstri olmak istiyor ama endüstri olamıyor, sadece bir tane film şirketi var. Sinema tarihimize karşı o kadar da acımasız olmamamız gerekiyor, özellikle bu ilkleri yapan ustalara, yönetmenlere karşı.

Burçak Evren: Tarih politikayı kabul etmiyor. Derdin yoksa öykün olmaz, belge olmasa da tarih olmaz. Belgeyi kim yapıyorsa, mesela Türkiye’ye sinemayı Polonya kökenli Weinberg getirmiştir. Bu kişiyle ilgili bütün sinema tarihi kitaplarında tek bir satır vardır. Daha sonra ben onunla ilgili kitap yaptım. Polonya’dan geliyor, bu ülkeye hizmet ederek bu ülkede sinemayı bize tanıtıp sinema salonları açarak, Padişah’ın da gözüne girerek birçok filmler gösteriyor ve sinema işletebiliyor. Bu insanlar Türkiye’yi vatan olarak seçip bu ülkeye bir şeyler yapıyorsa artık onların milliyeti ne derseniz deyin bu ülkeye hizmet ettikleri için onlardır.

Yine beyaz Ruslar, 1920’de Ekim Devrimi ve Rus İç Savaşı sonrasında kaçıp Türkiye’ye gelen kontesler ve kontlar. İstanbul’da onların bir kısmı sinema oyunculuğuna başlayıp bu ülkenin filmlerine katkıda bulunuyorlar. Muhsin Ertuğrul ve daha önceki filmlerin çoğu oyuncuları bunlardır. Bunlara belli bir gözle bakmak, öteki gibi bakmak, başka milletlerden bakmak değil, bu ülkenin sinemasına kim hizmet ediyorsa hangi ırk, hangi dinden olursa olsun, bizlere yedinci sanatın keyfini verebiliyorsa, bizi gündelik yaşamlardan uzaklaştırıp başka dünyaların içine girdirebiliyorsa, bize oyunculuk, yönetmenlik yetenekleriyle anlatıyorsa, onları şükranla anmak ve Türk sinema tarihinde belki bugüne kadar olmadıkları yere iade ederek koymak gerekli; bunun, sadece tarihçiliğin değil ülke insanının vefası olarak altını çizmek istiyorum.

– “Beş büyük yönetmen Akad, Erksan, Güney, Yılmaz, ustasız ustalar oldukları için”

Barışkan Ünal: Türk sineması tarihinde baktığımızda, tam olarak sinema diline ne zaman geçildi?

Burçak Evren: Muhsin Ertuğrul tek yönetmen olunca yavaş yavaş ona karşı çıkış oldu. 1938-1950 arası Geçiş Dönemi. Tam savaş zamanı. İkinci Dünya Savaşı’nda ekmek karneyle alınıyor, kefen bezi bulunmuyor, en tabii ihtiyaçlar yok ama birileri çıkıp film yapıyor. Nasıl film yapabiliyor?

Barışkan Ünal: Film şeridi de çok pahalı, yurt dışından geliyor.

Burçak Evren: Bırakın 1939’ları, 1970’teki bir olayı anlatayım. Ertem Eğilmez’in çektiği bir filmde birinin 5’inci kattan atlaması gerekiyor. Bir figüran, film çektiğini belirterek bir kutu karşılığında atlamayı kabul ediyor. Film bu kadar kıymetli. Belgeselde izledim, belgeseli çeken yönetmen soruyor ne oldu sonra diye, o da “Bilmiyorum, bir hafta sonra gözümü hastanede açtım.” diyor.

Dolayısıyla 1939’larda Turgut Demirağ, Baha Gelenbevi, Faruk Kenç, Şadan Kamil gibi isimler var. Bunların bir kısmıyla 20 yaşındayken görüşme ve birlikte çalışma şansı buldum. Bunların hepsi savaştan önce Avrupa’ya gidiyor ve sinema tahsili yapıyor ama savaş patlayınca tuzu kuru burjuva çocukları olduklarından hemen Türkiye’ye geliyorlar. Soyadlarına dikkat edin, Turgut Demirağ. İlk tayyare fabrikasını kuran Nuri Demirağ’ın yeğeni. Baha Gelenbevi, Gelenbevi soyundan geliyor. Faruk Kenç, Evren Paşa’nın torunu. Bunlar para bulup film yapmaya başlıyor, tek amaçları Muhsin Ertuğrul tekelini yıkmak. Gerçekten yavaş yavaş hem Tiyatrocu Dönemi’nin izleri var hem de sinemanın dili oluşmaya başlıyor.

Turgut Demirağ, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanından esinlenerek yaptığı “Dağ Masalı”na on film yapılacak kadar para harcıyor ama piyasaya çıktığında batıyor. Neden? Küçük bir hata yapıyor, Çalıkuşu’nu erkek olarak gösteriyor.

O dönemde Baha Gelenbevi, Barbaros Hayrettin Paşa’yı çekerken Preveze Deniz Muharebesi’ni çekmeli. Türk sinemasının o günkü gücünde, değil kalyonları yapmak bir kayığı batırmak bile mümkün değil. O da ilk sahneleri Türkiye’de çekip, savaş sahnelerini yabancı filmlerden alıp uydurma film yapıyor.

Esas sinema dili ise 1950-1960 arası, Sinemacılar Dönemi dediğimiz asıl Ömer Lütfi Akad, arkasından Atıf Yılmaz, ondan sonra da Metin Erksan ile başlıyor. Ustasız usta bunlar; el yordamıyla bir şeyleri bulmaya çalışıyorlardı. Kıymetleri buradan geliyor. Eğer Türk sinemasında beş büyük yönetmen sayılacaksa Ömer Lütfi Akad’ı, Metin Erksan’ı, Yılmaz Güney’i, Atıf Yılmaz’ı bunun içine koymak gerekiyor, ustasız ustalar oldukları için.

– “Toplumca aynı anda birlikte eğlenme, yaşama kültürünün temellerinin atıldığı o güzelim dönemler”

Burçak Evren: Dönem de değişiyor, tek partili dönemden çok partili döneme geçiş, 1950’lerde Demokrat Parti’nin büyük çoğunlukla iktidara gelmesi. Yani yaşam biçimi değişiyor. Sinemada da bunu hissediyorsunuz. O döneme kadar savaş sırasında Alman, Fransız propaganda filmleri gelirken, 1950’lerde Amerikan filmleri çoğalıyor. Sinema, tiyatronun etkisinden kurtuluyor ve aksiyon alıyor. Kamera yaşamın içine giriyor. Lütfi Akad’ın güzel bir sözü vardır: “Ben kamerayı insanın gözüne soktum, göz seviyesine indirdim”. Onun çektiği ilk filmlerde de İstanbul kentini görürsünüz. Takma sakallı Tiyatrocular Dönemi’nin sahte, keskin hareketler yapan, beden diliyle bir şeyler anlatmak isteyen oyuncuları yerine bizden, bizim gibi konuşan, hareket eden insanlar gelmeye başladı. Böylece sinema, hem dilini hem şeklini hem de konusunu değiştirdi. Bu nedenle 1950’ler kırılma noktası. Yeşilçam sinemasının temelleri atılıyor. Zengin kız-fakir erkek veya tersinin 125 farklı versiyonunun olduğu melodramların bütün her şeye yayılacağı dönemler geliyor.

Sinema yaşama giriyor, artık yazlık sinemalara gitmek mahalle olarak, ailecek gidilecek sinemalardır. Daha ötesi üç farklı kültürün, üç kuşağın aynı anda aynı salonda yan yana sandalyede bir perdede gördüklerinden aynı keyfi aldığı, yani toplumca aynı anda birlikte eğlenme, yaşama kültürünün temellerinin atıldığı o güzelim, bugün nostalji diye söz ettiğimiz dönemlerdir.

Dede ve torunun birlikte filmi izleyip aynı keyfi aldığı dönemler daha güzeldi. Bugün benim kızım içerde bilgisayarla uğraşıyor, hanımım başka bir program izliyor, ben kendi odamda bir başka program izliyorum. Yani bugün biz bir evde bir araya gelemezken bir mahallenin, bir ailenin yan yana gelip birlikte keyif aldığı o mutlu günler… Yani sinemamızın “Altın Yılları”. Oyuncuların gökteki yıldızlar kadar uzakta olduğu. Yavaş yavaş Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Ayhan Işık ve Göksel Ersoy’un ortaya çıktığı yıllar. Tarık Akan ve Kadir İnanır’a ise yıllar var.

– “Sinema üç kuşağın izlediğinin farkındaydı, o nedenle üç kuşağı da rahatsız edecek görüntüler yoktu”

Barışkan Ünal: O zaman şöyle diyebilir miyiz: Sinema, kendi dilini oluştururken aynı zamanda toplumda sinemaya gitme kültürünü de oluşturdu. Yani hem sinemacıların kendini geliştirmesiyle Türk sineması Yeşilçam’a doğru evrildi, aynı zamanda da belirttiğiniz insanların sinemaya gitme kültürü başladı. Sizce peki bu üç kuşağın birlikte film izlemesini, sinemaya gitmesini sağlayan neydi ki bugün bunu yaşayamıyoruz, hepimizi bir araya getiren filmler ortaya çıkmıyor?

Burçak Evren: Önce sinema bunun, üç kuşağın izlediğinin farkındaydı, o nedenle üç kuşağı da rahatsız edecek görüntüler yoktu. Öpüşmeler, soyunmalar öyle yoktu. Türkan Şoray pavyona da düşse asla soyunmaz, öpüşmez ama pavyon kadınını oynardı. Çünkü sinema bilirdi, birisini rahatsız ederse aileden, tüm aile sinemaya gelmeyecekti. Onun için dengeliydi. Bugünkü diziler gibi de değildi. Dizilerden çok daha tutucu bir otokontrol sistemini, sansürü kendisine uyguluyordu.

O zamanlar kötü adamlar da yoktu. Kötü adamlar sadece bar-pavyon sahibiydi. Çünkü sansür nedeniyle herhangi bir mesleği rencide edici, kötü gösteremezdiniz. Üç kağıtçı bakkal, rüşvet alan polis, hele hele bir milletvekili asla olmazdı. Hiç kimse 1980’li yıllara kadar üç kağıtçı avukatın, doktorun, öğretmenin, hakimin, bakkalın, kasabın olduğu kötü bir şey görmezdi çünkü sansür vardı, sansür keserdi. Sansür de sinemayı yapan yapımcılar da bilirdi ki dede ile torun aynı anda yan yana izleyecek.

– “(Yeşilçam filmlerinde) Yok artık dediğimiz olaylar, bugün televizyonda izlediğimiz haberlerde hayat diye yaşanıyor”

Burçak Evren: Bu nedenle Türk sinemasının resmi türü melodramdır. Olmadık, işitilmedik her bir olayın, on ayrı insanın başına gelecek olayın bir insanda bütünleşmesidir. Şimdi düşünün bizim bu filmleri izlerken yok artık dediğimiz, hayret ettiğimiz olaylar, bugün televizyonda izlediğimiz haberlerde hayat diye yaşanıyor. Demek ki sinema fena halde yaşama benziyormuş. Bugün televizyonda gösterilen haber programlarını Türk sinemasının göstermesi mümkün değildi. “Yok artık” diyorduk, şimdi hayat diye yaşıyoruz.

Barışkan Ünal: O dönemlerden bugüne doğru gelirsek, siz Türk sinemasındaki dönemleri nasıl kategorileştiriyorsunuz ve son dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz? Son dönemdeki Türk sinemasının durumu nedir, artık Türk sineması hangi dönemi yaşıyor?

Burçak Evren: Sinemacılar Kuşağı’ndan sonra, 1960 darbesinden sonra ilk defa toplumsal içerikli filmler yapılıyor. Yılmaz Güney ve Metin Erksan ortaya çıkıyor. Türk sineması Yeşilçam dönemini, ardından da 1974’te ilk krizini yaşıyor. Sinemanın pabucu, televizyonla dama atılıyor. Yeşilçam’ı seven herkes sinemadan uzaklaşıp televizyona yöneliyor. Biz buna “Yitik veya Karanlık Yıllar” diyoruz. Çünkü sinemalarda o dönem televizyonda gösterilme olanağı olmayan türler; seks komedileri, vurdulu kırdılı Uzak Doğu filmleri ve arabesk filmleri başlıyor.

– “Türkiye’de dev Amerikan şirketlerinin izni olmadan Türk filmi hiçbir sinemada gösterilemez”

Burçak Evren: Ondan sonra yeni bir kuşak geliyor, daha sonra 1990’lı yıllarda ikinci büyük kriz yaşanıyor. Bu da yabancı sermaye yasasının değişmesiyle “majör” dediğimiz dev Amerikan şirketlerinin, ülkemizde şirket kurup gösterim ve dağıtım hakkını elde etmeleri. Bu ulusal sinemanın bütün duvarlarının yıkıldığı, Türk sinemasının çaresiz kaldığı bir yerdir. Bir tarafta 100-200 bine çevrilen, insan faktörü daha olmamış, tam bir sinema endüstrisine kavuşamamış, örgütlenme bilincinden yoksun bir Türk sineması, diğer tarafta dünyanın en güçlü, milyonlarca dolara yapılan Hollywood yapımları. Bunların önünde durmak mümkün değil ve birdenbire Türkiye’ye geldiler. Türkiye’de dağıtım ve gösterime hakim oldular.

Çok acıdır, bunu söylemek istemiyorum ama bu da bir gerçek: Bugün Türkiye’de majör dediğimiz dev Amerikan şirketlerinin (Warner Bros, UIP, Paramount Pictures, 20th Century Fox, Metro-Goldwyn-Mayer gibi) izni olmadan Türk filmi hiçbir sinemada gösterilemez. Bugünkü Türk sinemasındaki dağıtımın yüzde 70’ini yabancılar elinde tutuyor. Eğer o ağa giremezseniz, hangi filmi yaparsanız yapın ticari şansınız yüksek değildir. Son üç yılda Antalya, Adana, İstanbul ve Ankara film festivallerinde birincilik, ikincilik alan filmlerin vizyonunu gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü ticari yanları olmadığı için sinemalarda yer bulamıyorlar.

1990’larda hatırlıyorum: Yılda 300 film çekilen, hafta sonu kuyrukların olduğu, salonların önünde kara borsada bile bilet bulunamayan bir sinemadan sonra aylardır Türk filmlerinin afişi, sinemanın merkezi Beyoğlu’nda görünmedi.​​​​​​​ Bütün filmleri hasılat rekorları kıran Türkan Şoray’ın iki filmi bu kriz döneminde oynadı: “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu” filmi iki gün vizyonda kaldı, “Menekşe Koyu” da İstanbul sinemalarında yer bulamayıp İzmir’de gösterildi. Çekilen film sayısı 5-6’ya geriledi, onlar da merkezi sinemalarda yer bulamadı.

-“Bağımsız sinemacılar bizim öykülerimizle hem Amerikan sinemasıyla baş ettiler hem de festivallerde ödül kazandılar”

Burçak Evren: Bugün hala devam ediyor ama artık denge biraz değişti. Bağımsız Sinemacılar dediğimiz sinemacılar çıktı. Birdenbire dev Amerikan şirketlerinin filmleriyle “Eşkıya” gibi bizden olan filmler, onlarla mücadele etmeye başladı. Birdenbire Türk sineması, milyonlarca liraya yapılan Hollywood filmlerine, kendi imkanlarımızla, kendi sorunlarımızı anlatan filmlerle de karşı koydu. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim gibi birçok yönetmen, küçük olanaklarla dev Amerikan şirketleriyle mücadele ettiler. Amerikan sinemasının zaten tüm dünyadaki payı yüzde 50’nin üzerinde. Örneğin Benelüks ülkelerinde yüzde 90, Almanya’da yüzde 80. Sadece Türkiye’de ilk defa Amerikan sinemasının oranı yüzde 50’nin altına indi. Bağımsız sinemacılar, anlattığımız o tarihimizden gelen o sac ayakları üzerinden sinemacılar, bizim öykülerimizle hem Amerikan sinemasıyla baş ettiler hem de Berlin, Venedik ve Cannes gibi büyük festivallerde ödülleri kazanmaya başladılar.

Yani sinema bu topraklarda, bu coğrafyada yok olmuyor. Aksine dijital platformlara kaymasına, “arthouse” filmleri hakim olmasına rağmen sinema bir yaşam biçimimiz bizim. Yazlık sinemalardan gelen bu tür, bizim hala belki de tek eğlence olanağımız.

Sinema yaşamın kendisi. Dünyanın bütün festivallerine gidiyorum. Bugün bile hiçbir festivali kaçırmıyorum çünkü sinema beni yaşatıyor. Yaşım 76. Hala jürilik yapıyorum, hala kitap yazıyorum, hala festivallere gidiyorum. Bunu sinemaya borçluyum.